Şehir, üzerine yapışan bu bedduanın ne zaman sonlanacağını sorgularken, ben mecalimi yitirdiğim bir gece; bir kitabın kapağının göz kapağıma galip gelmesine izin verdim.

Daha önce okuduklarım gibiydi. Yaşanmadan yazılmış, samimiyetsiz. Oysa benim babam öyle bir adam değildi. Gideceği yeri bilmese de inadı haritayı sererdi önüne. Geç giderdi ama hedefi belliydi. Mesele de gitmek değil miydi ? 

Sonra, benim çıktığım yol da göz kapaklarımı uğruna astığım kitapta yazan gibi değildi. Yokuşları heybeme yük yükleyen, ayak bileklerime ağır gelen yollardı hep. Kabarcık mevsimi çıktığım bol çukurlu bir yolda; yürümek yerine otobüsü tercih ettiğim bir akşam, şoförün umursamaz unutkanlığı ve yerli yersiz haklı küfürleri eşliğinde lastik eskittik. 

 Pencerelerine kadar umudunu yitirmiş çok katlı binaların, sarı sokak lambalarıyla gölgelerinin daha da ürkütücü bir hâl alması, inmem gereken durakları erteletti. Vardığım durak az namazlı bir caminin önüydü ve içeriden Gazzeli çocukların şikayetleri yankılanıyordu. Duyduğum iniltilerin huzursuzluğuyla otobüsten inip, oğlumun şişe devirmece oyununda beni hep yendiği zeytin ağacının kuytusunda soluklandım. Birazdan 34 yıldır hiç yol yürümemişim edasıyla kapımı açacağım. Beyaz gömleğimde beyaz sabun kokusu, sabah çıkarken süründüğüm gül kolonyası, dilimde ‘Gufraneke ya Rahman!’  

Güneşe kalmadan ellerini yüzüme sürmeseydi Derya, bu rüyadan uyanamayacaktım ve göz kapaklarım kitabın kapağına galip gelecekti. 
Elimde değilmiş… Gelse miydi ?