Cemil Meriç ne büyük adam…
Hemen her sözü bir vecize. Hemen her terkibi, insanı zahmetten kurtaran bir ipucu. Ne zaman kafam karışsa, ne zaman bir “üstada” danışmak istesem onun kitaplarını karıştırıyorken buluyorum kendimi. O, değersiz madenleri ustalıkla işleyip sanat eseri haline getiren bir sanatkâr. Kitapları da bu rafine edilmiş fikirlerin koleksiyon haline getirildiği birer bilgi bankası. Hele “Bu Ülke”… Aman yarabbi! Sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, psikoloji… Hangi sosyal-beşeri bilimle iştigal ederseniz edin, işinize yarayacak, sizi ufuk açacak bir bölümü mutlaka buluyorsunuz.
Bu nadide eser, önemli tespitlerin yapıldığı bir felsefe amentüsü aynı zamanda…
Bazı kavramlar bu kitapta öyle güzel anlatılıyor, öyle güzel tahlil ediliyor ki; kendinizi bir anda bir kavramın müptelası olarak buluyorsunuz. Bu fakir de eserle ilk tesadüf ettiğinde, mesela “Fildişi Kule” deyimine tutulmuştu. Gariptir, hiç menşeine bakmak da aklıma gelmedi bu zamana kadar. Deyimin kökeni 19’uncu yüzyıla kadar uzanıyor. Mucidi, Fransız Şair Alfred de Vingy imiş. Bu yüce (!) şahsiyet kendisini toplumdan uzaklaştırdığı yere, beyaz bir şatoya bu ismi vermiş. Sen inziva, tecrit görmemişsin Alfred! Keşke Hira Mağarası’na gitseydin de, münzevilik neymiş, neden inzivaya çekilinirmiş bir görseydin…
Ne diyorduk? Fildişi Kule…
Üdebanın kendisini toplumdan uzaklaştırmasını anlatan bu deyim, Cemil Meriç tarafından da sıkça kullanılıyor. Örneklerden biri de şu vecize, “Fildişi kule, ikinci harp sonu dünyasının dâvâsız sanat meczuplarını barındıran bir miskinler tekkesidir”… İfadelere dikkat rica ederim, “meczupların”; yani akıl denen, muhakeme denen şeyden nasiplenmemişlerin, yani idrakten, anlayıştan yoksunların, yani fevrilerin, yaptıkları ve yapacaklarının mantıkla bağı kesilmişlerin yeri. “Miskinler tekkesi”; yani tembelhane, çalışmaktan, üretmekten bihaber, müzmin yalnızlığın kader haline geldiği, tüketmenin, tüketerek tükenmenin ocağı olan bir mekân.
Bu güzel tespitler, güncelliğini yitirdi mi peki?
Hayır efendim, ne münasebet! Fildişi kuleler her devirde rağbet görüyor, birilerince iskân ediliyor. Hatta şu yaşadığımız hilkat garibesi postmodern dönemin, türlü postlar giyen, cadde ve sokakları boy boy posterleri süsleyen, e-postalar dışında ulaşmanın mümkün olmadığı “postları” fildişi kulelerin en sadık sakinleri. Kendilerinden dahi uzaktalar. Kuleler o kadar yüksek, o kadar semada ki, hepsinin semadakilerle başı belada.
Efendim, bu fildişi kuleler her yerde.
Mesela birkaç örnek sayayım: İstanbul’da Gayrettepe’de var, Dragos’ta var, Mecidiyeköy’de var, Levent’te var. Ankara’da Çayyolu’nda var, İncek’te var, Gölbaşı’nda var. Türkiye’nin her şehrinde, her metropolünde var anlayacağınız. Buralarda ikamet etmek de çok basit üstelik.
Sıfır faiz, uygun vade koşulları ve gariban kalabalıklara beş dakika mesafede siz de hayallerinizin kapısını fildişi kule rezidansta aralamak ister misiniz?
Bu yedi kule zindanlarında her zaman meczuplar ikamet etmiyor elbette…
Nadiren görülseler de bu kulelerde yalnız olmayanlar, arkasında binler, onbinler yürüyen zat-ı muhteremler, müeddep ve münevver, müslüman kimseler de yaşıyor. Neden yaşıyor peki? Mecburiyetten yaşıyor efendim. Her meczuba, bir doktor lazım. Aklıselim ne yapsın? Terk-i diyar mı eylesin? Orada yaşıyor yaşamasına da; gariban kalabalıklara, düşkünlere, bitaplara, naçarlara o parıl parıl parlayan rezidans camekanlarından, o kendi habitatını, ekosistemini oluşturmuş fanuslardan bakmıyor. Aşağı iniyor. Aşağı indikçe yukarı çıkıyor. Eğildikçe yükseliyor bu insanlar. Bereket taşan buğday başakları gibi…
Şairin, “Yatın ümitlerim, uykuya yatın / Bitin hasretlerim, tükenip bitin” dediği gibi… Başka bir hayat var bu fildişi kulelerin arasında, bambaşka bir yaşam… Virane evler var, yılgın analar, rutubetli ciğerler var. Secdeli başlar var, yaş dolu gözler var, emek mahrumu günler var. Yitip giden nesiller var, kalpten edilen dualar var, çekilen bin bir ezalar var… Güneş yoksul, soğuk yoksul, nefes yoksul… Bu yoksulluk içinde semada yankılanan dualar, yüksekçe yerlerde çınlıyor. Fildişi kulenin mahpusları kulaklarını kapatırken, mecburlarının yürekleri ürperiyor. Ben ürperen bir yüreği tanıyorum. Allah ne büyük, iman ne yüce! Keder, kader değiştiriyor.
Upuzun binaların arasında bir köhnede, iki evladı, çocukken kendisine hediye edilmiş deri kaplı Kur’an-ı Kerim, pencerelerinde Şeyh Adil Mezarlığı manzarası, tek başına ama gerçekten tek başına bir kadın… Beli kırık. Kocası iki gariple kendisini terk ettiğinden değil, hakikaten kırık. Felç olmasına ramak kalmış. Çalışmaması lazım. Oğlu üniversiteyi bitirdiğinde ilk işi memleketi Kahramanmaraş’a dönüyor, anacığının yanına yani. Ardından müzmin bir yalnızlık… Öğretmenlikten kazanılan üç kuruş kifayet etmiyor üç garibe, etmiyor işte! Yoksulluk öyle bir sınav ki, yaşayamadığından ölmeyi arzu ediyorsun. Düzelteyim, yaşatamadığından, ölmeyi… Ardından iltimasa değil, kabiliyete; geveze bir yalakalığa değil, azimli bir çalışkanlığa itibar eden (ki pek az bulunur) bir el uzanıp, o karanlıktan çekip çıkarıyor. Bir ümit veriyor, umut oluyor. Memleketimde artık oturamadığım o virane apartmanın adı Vefa Apartmanı olmalı!
Efendim, yıllar geçti.
Üç sene sonra başıma uzanan o elin, beton tozuyla kirlenen nice başlara uzandığını hayretle ve yeniden izliyorum. Hali bitap; yapmadığı her şeyden mesul tutuluyor; yaptığı her şeyse unutulmuş… Yapmak isteyip yapamadıklarını hiç saymıyorum. Etrafında yirmi – otuz kişi var Başkan Bey’in. Pürdikkat onları dinliyor, hepsine tek tek yanıt veriyor, bazılarını derhal çözüme kavuşturuyor. Meselesi çözülen minnetini gösteremeyecek bir hızla oradan ayrılıyor. Yanına varsam da bir “geçmiş olsun” desem diyorum. Derken, belediyenin yıkık dökük merdivenlerinden bir koca tırmanıyor. Şehr’ül Emin’den “bebek bezi” istiyor. Bebek bezi! Mağduriyete bakınız… Daha iki hafta önce gecenin dördünde dizini dövüp, “Ah Maraş’ım gitti.” diye gözyaşlarına boğulan Başkan, kendisinden talep edilen bu masum isteğe, kocanın elini sımsıkı kavrayarak ve gözleri dolarak mukabele ediyor. Nihayet bir fırsat bulup eline uzanıyorum, öptürmüyor. Mırıldanmaktan imtina ettiğim şeyleri, yüreğimden en yüksek perdeden söylüyorum duyar diye ümit ederek…
Ah buğday başakları, ah!
Efendim şairin dediği gibi: “Hiçbir emel gönülde karâr etmiyor bugün / Ermektedir, şitâya hazin sonbahârımız”
Ukbada buluşmak dileğiyle…